Dünya

Gülhâne'nin gülü: Hasan Ünsi Efendi

İstanbul-Fatih’te Gülhâne Parkı’nın karşısında, birçok nev-zuhûr binanın arasında kalmış mütevazı bir türbe ve hazîre vardır. İnsanların vızır vızır önünden geçtiği, ama kimsenin dikkatini çekmeyen, içindeki zât gibi son derece münzevî ve kapılarını maalesef sürekli kilitli görmeye alışık olduğumuz bir mekân: Hasan Ünsî Hz.’nin türbesi ve etrafındaki hazîre…

Tarihî seyri içinde çok önemli bir konuma sahip olan ve Aydınoğlu Tekkesi olarak bilinen bu tekke, 1509 yılında Tebrizli Muhyiddin Mehmet Efendi tarafından yaptırılıyor. Evveliyatında Halvetî tekkesi olan mekân, bir dönem Kadirî, Hasan Ünsî’nin nakliyle Şabânî, daha sonra Cerrâhî, en nihayetinde de Enverî tekkesi olarak tasavvufî hayata sahne oluyor. Tekkenin son şeyhi olan İzzî Efendi’nin postta olduğu sıralar tekke ve zâviyeler ilgâ edilince Aydınoğlu Tekkesi de kapanıyor. 1960 yılında ise, eski İstanbul eserlerinin bünyesinde bulaşıcı bir hastalık gibi baş gösteren hadise bu tekkeye de isabet ediyor: Yol genişletme çalışmaları esnasında kompleksin en önemli kısmı olan tekke yıkılıyor, avlu duvarları da bundan nasibini alıyor. Aydınîzâde Mehmed Efendi, Hasan Ünsî Hz., İbrâhim Hâs Efendi, Bedreddin İzzî Efendi gibi kendi dönemlerine damga vurmuş olan birçok kıymetli zâtla özdeşleşen bu mekândan günümüze kalansa, Hasan Ünsî Hazretleri’nin türbesi, hazîre ve şadırvan.

“Şâkirdlerime söyle, bir gayrı hoca bulsunlar”

Aydınoğlu Tekkesi’nden açmamızın sebebi, şüphesiz, tekkenin ismi anılınca akla ilk gelen zât olan Şeyh A’rec Hasan Ünsî-i Şabânî… 1643’te, Kastamonu’nun Taşköprü kasabasında dünyaya doğan Hasan Ünsî, bir Bayramî mensubu olan Receb Efendi’nin oğlu. Ünsî Hazretleri, küçük yaştan itibaren sıkı bir eğitim alarak yirmi yaşında müderris oluyor ve 21 yaşında iken Ayasofya Camii’nde Tefsîr-i Beyzâvî ile Mesnevî-i Şerîf okutacak derecede ilim kesbediyor. Aile ortamından dolayı tasavvufa yabancı olmayan Ünsî Efendi’nin intisâbına sebep olan hadise ise şöyle cereyân ediyor: Hazret’in medresede oda komşusu olan Ali Efendi isminde bir zât, Hazreti Şeyh’e gelip; “Üsküdar’a Kastamonî’den bir şeyh gelmiş, bir âlim ü fâzıl ve perhîzkâr ü riyâzât ve mücâhedesinin pâyânı yok, sâhib-i hâl bir zât imiş. Gel, seninle ân’a gidelim” diyor. Ünsî Efendi de bu teklifi kabul ediyor ve beraberce Üsküdar’a, Eski Vâlide Tekkesi’ndeki Şeyh Ali Alâeddin Atvel Karabaş-ı Velî’nin huzuruna gidiyorlar.

Huzurda iken, Osmanlı tarihinin en şöhretli mürşidlerinden olan Karabaş Hazretleri, Ünsî Efendi’ye, “Seni çokdan arzû ederdim, şükür ol Hudâ-yı taâlâ’ya ki, mülâkât müyesser oldu” diyerek iltifatta bulunuyor. Huzurda oldukları yarım saatlik süre boyunca ağzını açamayan Ünsî Efendi’ye o yarım saat içinde olanlar oluyor ve arkadaşı Ali Efendi’nin bütün ısrarlarına rağmen medreseye dönmekten vazgeçerek tekkede kalmaya, azîzinin huzurundan ayrılmamaya karar veriyor. Hatta Ali Efendi’nin, medresedeki odayı, kitapları ve en mühimmi öğrencileri kastederek dönmeleri konusunda Hasan Ünsî’ye ısrar etmesi üzerine hazret, medrese hücresinin anahtarını Ali Efendi’nin üzerine atıyor; “Hücremde ne kadar kitaplarım ve eşyalarım var ise cümlesi senin olsun, şâkirdlerime söyle, bir gayrı hoca bulsunlar” diyerek şeyhinin hizmetine devam ediyor.

Münzevî yaşamayı seven riyâzât ve mücâhede ehli bir zât

Hasan Ünsî Hazretleri’nin, münzevî yaşamayı seven ve devamlı sûrette riyâzât ve mücâhede ehli bir zât olduğunu, halîfesi İbrâhim Hâs Hz.’nin yazdığı menâkıptan öğreniyoruz. Aydınoğlu Tekkesi’ne atandıktan sonra 41 sene mühletinde sadece üç defa tekkeden dışarı çıkması, O’nun inzivâdan ne kadar hoşlandığının bir göstergesi. Aynı menâkıpta, Hazret’in nasıl bir mücâhede süzgecinden geçerek kemâl makâmlarını yakaladığını görebiliyoruz. “Ben riyâzet ve mücâhede üzre ömür geçirdim. Nice günler aç kaldım ve yirmi yaşımdan beri bir yanım üzere yatmadım ve ayaklarımı uzatmadım. Bunlardan maâdâ nice meşakkat ve mihnetler çekdim ki, söylesem inanılmaya.” diyen, yirmi yaşından itibaren göçmesine kadar hiç uzanmayan ve ayaklarını uzatmayan bir eren O. Hatta, geceleri zikrine mani olur diye uykusunun gelmesini istemeyip türlü metodlara başvuruyor. Önce saçlarını uzatıp, kahkülünün ucuna bir ip uluyor, ipin diğer ucunu da tavana bağlıyor. Uykusu gelip de başı önüne düştükçe ip saçlarını çekiyor ve böylece uykudan kurtulmuş oluyor. Saçları bu acıya alışıp da bu yöntem tesirini kaybedince, bir mızrakın sivri ucunu alnına, diğer tarafını da yere dayıyor. Hatta, bundan dolayı alnının nasırlar içinde kaldığını İbrâhim Hâs’ın menâkıbından öğreniyoruz.

Tasavvuf ehlinin, nefs terbiyesi gâyesiyle bir takım mihnetlere başvurması yadırganmayacak bir hâl. Niyâzî-i Mısrî bu hakîkati vurgulamak için “Mihnetlere râgıb ol âsâna erem dersen” dediğini akıldan çıkarmamak gerekiyor. Hasan Ünsî Hazretleri de, mihnetlere râgıb olan, celâl terbiyesinden geçmiş bir zât. Perhîz ve riyâzete önem verdiği için çoğu zaman aç kalmayı, nefsi körüklememek için yemek yememeyi tercih ediyor. Hatta, bazı zamanlarda canı yemek istediğinde, çok cüz’î yiyecekleri bile bulamadığını ve bu hâli hiç bir dervişine açmadığını İbrâhim Hâs aktarıyor. İşte bu aşk, teslîmiyet ve mücâhede Karabaş-ı Velî Hazretleri’ne şu sözleri söylettiriyor: “Otuz iki bin âdem elime yapışıp bey’at etmişdir ve altı yüz en beş halifem vardır; içlerinde Ünsî Hasan Efendi gibi ârif-i billâh, sâhib-i sır ve vâkıfü’l-hakâyık bir başkası yokdur.”

Hasan Ünsî Hazretleri, Salkımsöğüt’te, Aydınoğlu Tekkesi’nde 41 sene boyunca böyle bir ömür geçiriyor ve 9 Kasım 1723 günü akşam saat 6.00’da teslîm-i rûh ediyor. Vefâtından uzun zaman önce söylediği birkaç mısrada, göçeceği tarihi de açıkça söylüyor: “Bin yüz otuz altı senesi vifâk/ Erişdim en bire bi’l-ittifâk/ Çün ömür bunda tamâm oldu hemân/ Hicret etdim dosta bundan bi’r-rifâk.”

Muhammed Bâkır Köse yazdı

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

Başa dön tuşu